Aylardır Korona Virüsü ve yeni normalimiz’le ilgili yazmak istiyordum. Öncelikle hayatını kaybedenler ışıklarda uyusun. Sağlığını kaybedenler yeniden kazansın. Virüsle şimdilerde boğuşanlar bu hastalığı en kısa sürede, en az zararla atlatsın. Büyük minnet duyduğum sağlık emekçilerinin elleri dert görmesin.

Ne mutlu ki, salgında hayatta kalan, sağlıklı ve şanslı kişileriz hepimiz. Bu süreçte önce evlere kapandık, işi müsait olanlar evden çalışmaya geçtik. Market, eczane veya yeşil alan dışında aylarca evden dışarı adım atmadık. Sosyal ve kültürel hayatımız durdu. Yuvalar, okullar kapandı. Çalışırken çocuklarımıza bakmaya, onlara bakarken çalışmaya uğraştık. Yemeği sadece akşama yetiştirdiğimiz dönemden, üç öğün tüm aile evde yediğimiz, dolayısıyla ev işimizin, market alışverişimizin, gıda masrafımızın arttığı, faturalarımızın da yükseldiği bir döneme girdik. Gün boyu çalışan, anne-baba, aşçı, temizlikçi, bulaşıkçı, çamaşırcı ve son ütücü şapkalarını takıp takıp çıkardık. Neyse ki ilk karantina boyunca canım annem yanımdaydı da biz yine yumuşak geçiş yaptık bu yeni normal’e. Ayrıca evden çalışabiliyoruz. Sağlığımız yerinde. Şükürler olsun. Üstelik Londra’da hava ilk karantina boyunca şaşırtıcı derecede güzeldi. Normalde üç ayın iki haftası filan yaz olur burada, bu yıl üç ay yaz gördük. Parklara da gitmesek evde çıldırırdık herhalde!

İngiltere’de bir ay süreli, ikinci karantina beş gün önce sona erdi. Ama bu karantina çok daha gevşekti: okullar açıktı, sadece eğlence, sosyal ve kültürel hayat, spor, gece hayatı yoktu o kadar. Lokantalar paket servis ve evlere servise açıktı. Online alışveriş desen gani gani. Parklarda hem spor hem hava alma imkanı vardı. Ülkeyi virüsün yaygınlığı açısından risk seviyelerine göre grupladılar; Londra yüksek risk grubuna giriyor. Tüm İngiltere’deki durumu izleyip 14 günde bir rapor edecekler ve bölgelerin risk seviyesi bu süre zarfında değişirse grubu da değişecek. Her şey hala çok değişken, neler olacağını bekleyip göreceğiz. Okulların açık olması ve evden çalışabilmek büyük nimet. Tabii artık havalar daha soğuk ve akşam olmadan kararıyor. Ama sonuçta hala sıkı giyinip parklara gidebiliyoruz, istediğimiz sıklıkta olmasa da.

“Fear of missing out” (FOMO) denen, bir şeyleri kaçırma kaygım aylardır yerini ev kediliğine bıraktı bile 🙂 Eskiden gezmeden duramazdım. Şimdi evde olmaya epey alıştım. Hele de havalar kötü olunca evde olma fikri hoşuma gitmeye bile başladı. FOMO’dan bir şeyleri kaçırmanın keyfine, JOMO’ya (joy of missing out) geçiş yaptım anlayacağınız 🙂 İnsan psikolojisi işte, insan herşeye alışıyor. İlk karantina da herşey yasaktı, hava da güzeldi, ev hapishane gibi geliyordu. Şimdi dışarı çıkmak yasak değil, havalar da bozdu, evim evim güzel evim kafası geldi beni buldu. Ne zamandır istifleyip kapağını açamadığım kitapları okumak; Netflix’ten film, dizi ve belgesel seyretmek (beğendiklerimden ayrı bir yazıda bahsedeceğim) ve yazmak zaten eski gözdelerimdi. Hala beni heyecanlandırıyorlar. İnsan sırf bunları bile yapsa evde sıkılmıyor zaten, hele de boş zamanı az olunca. Ne de olsa çalışmak ve ev işleri epey zaman alıyor. Anne-baba olanlar çocuğuyla da zaman geçirmek istiyor haliyle. Önceden nasıl doldururmuşum günlerimi fazla fazla, onu fark ettim. Şimdi eleyince bazı gereksiz fazlalıkları, gerçekten önem verdiğim ve hayatta vazgeçilmez addettiklerime vakit ayırabilir oldum. Akşamları kendime vakit ayırabilmek beni rahatlatıyor. Tabii ki dışarıda gezmeyi de bazen özlüyorum, özlemiyorum dersem yalan olur. Ama koşullarıma ayak uydurmayı genel olarak başardığımı sanıyorum. Yeni rutinime alıştım. Bunlar peşinde koştuğum daha basit, sade, minimal hayatın da ayak sesleri aslında. Çok gezdiğim dönemlerde uyumak benim için zaman kaybıydı. Geç kalkınca suçlu hissederdim kendimi neredeyse, hayat kaçıyor’du, gün geçiyor’du! Şimdilerde ise, hele de bebek sahibi olup deliksiz uykulara elveda dedikten sonra, uyku baştacım oldu. Gece birkaç kere uyanıp sabahın köründe güne başlayınca insan çok tahammülsüz olabiliyor. Delikli de olsa uyuyorum artık, uyuduğum süreye acımıyorum. Sanırım sonunda dinlenmeyi öğrenmeye başladım! Dinlenmeyi, duraklamayı, ara vermeyi, durmayı, hatta ve hatta bazen hiçbir şey yapmamayı (İtalyanlar’ın dolce far niente dediği kavram 🙂 ) öğrenmeliyiz. Hayatımızın önemli bir parçası haline getirmeliyiz hatta bunları. Anladım ki kendimize iyi bakmamız, iyi davranmamız, kendimizi sevmemiz için şart bu. “Oksijen maskesini önce kendinize takın” kafası. Kendisine vakit ayırmayan, bir dakika oturmayan insandan başkasına da hayır gelmiyor zira.

Avustralya’da yayımlanan Dumbo Feather adlı bir kültür dergisi var. Her sayısında farklı ülkelerden dünyamıza, insanlığa bir şekilde katkıda bulunan beş kişiyle mülakat yapıyor. Dergiyi değilse de, e-posta adresime gelen newsletter’larını beğeniyle takip ediyorum. Her sayıda farklı bir tema işleniyor. 65. ve son sayısının konusu ise dinlenmek. Genel yayın yönetmeni Nathan Scolaro, 18 Kasım tarihli bir yazısında dinlenmenin önemini öyle güzel özetlemiş ki…

Dinlenmeye hep mesafeli yaklaşageldiğini şu sözlerle ifade etmiş yazar: “Şu an yapmam, öğrenmem veya deneyimlemem gereken onca şey varken dinlenemem.” Ben de böyleydim. Tanıdığım bazı insanlar da var böyle düşünen. Tatildeyken iş düşünen, geceleri yapacağı şeyleri düşünmekten uykusu kaçıp uyuyamayan, rüyalarında iş gören, belki bazıları işkolik olarak tanımlanabilecek insanlar hep bu profilde. Ama bunun sonu yok ki! Öğrenilecek ya da yapılacak şeyler listesi hiç tükenmeyecek çünkü. Scolaro, kapitalizmde üretkenliğin ve bitap düşmenin esas olduğunu, halbuki karantina altındayken dinlenmenin daha da önem kazandığını yazısında vurguluyor. Fazla meşguldük salgın öncesi, diyor. “Yeni normal’e uyum sağladık, evet, ama salgın sonrasında eski normalimiz’e dönmek istiyor muyuz? Veya böyle bir ihtiyaç içinde miyiz? Kendimize sormamız gereken sorular bunlar.” diyor. Kendi gözümüzde de başkalarının gözünde de değerli sayılmak için kendimizi tüketmemizin şart olmadığını anlamış o da. Artık birbirimizin, dünyanın, bedenimizin ve ruhumuzun iyiliği için dinlenmemiz şart, diyor o da. Dinlenme deyince illa bütün gün kanepede uzanıp televizyon izlemek gelmesin aklınıza, diye yazıyor Scolaro. Mesela çimlere uzanıp gözlerimizi kapatmak, bahçede ateş yakıp sevdiklerinizi davet etmek de dinlenme biçimleri yazara göre. Bir bahçem olunca bunu da yapacağım sevgili Scolaro, söz! Tabii ki örnekler çoğaltılabilir. Ama ben de kesinlikle, park, bahçe, orman, illa ki yeşil alan, diyorum. Hava soğuk olsa da dışarıda yürümeleri ve spor yapmaları İngilizler’in sevdiğim özelliklerinden. Kar bile yağsa üşenmezler buna. Sıkı giyinerek yürüyüş yapabilir, ayağımızın altında sonbahar yapraklarını hissedebiliriz. Mutlak kent insanı bendeniz, yaş aldıkça anlıyorum ki, doğaya dönmek hem dinlenmek, hem ruhumuzu beslemek için en etkili ilaçmış.

Yazar sadece eski normalimize kıyasla kendimize daha nazik davrandığımız, daha çok nefes aldığımız, daha çok alan bıraktığımız bir hayat tarzı sürmemizi öneriyor. Daha az meşgul olup daha çok yaşamamız bence bu dediği. Sadeleşmek, daha az doldurmak gününü, haftasını, ayını, saatlerini. Daha az planlamak, daha az aktivite yapmak, sürekli meşgul olmamak, olmak zorunda da hissetmemek: “Yavaşlamak, ayarını düzeltmek ve daha çok içe dönmek.” Artık önemli olan ne kadar çalıştığımız, ne kadar para kazandığımız olmamalı yazara göre, zira hepimiz kapitalist düzenin çarklarında bunların peşinde koşmaktan bitap düştük.

Kapıldığımız bu yeni normal “akıntısında dinlenmek aslında bir devrim eylemidir. Yaşadığımız bu dönemin karmaşıklığıyla başa çıkabilmek, güçlükleri yenebilmek ve kimliğimizin zengin, ehlileştirilemeyen, çok katmanlı parçalarını yeniden keşfedebilmek için ihtiyacımız olan şey dinlenmek.” Zaman, yavaşlamayı kucaklama zamanı! Yavaş yaşamın ilkelerini İzmir’de kurulmuş Yavaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin tatlış internet sitesinden okuyabilirsiniz. Minimalizm, basitleşme, sadeleşme, aşırıya kaçmama, İskandinavya’dan ithal, huzurun anahtarı Hygge ve Lagom kavramları hep yavaş yaşama paralel giden kavramlar aslında. Hepsinin ortak amaçları, tüketim çılgınlığına son vermek, dünyayı ve evlerimizi daha yaşanır, kendimizi daha mutlu ve huzurlu kılmak. Evlerimize kapandığımız, bazen kötü haberler aldığımız bu tatsız kış günlerinde, dolapları ayıklamakla başlayabiliriz işe. İster Marie Kondo tarzında, ister kendi tarzınızda… Kullanmadığımız eşyaları ihtiyaç sahiplerine vermek, evimizi ferahlatmak, ruhumuzu hafifletmek çok iyi gelecek bize eminim ki. Daha az satın almak, tüketmek, çöp çıkarmak, daha çok üretmek, yapmak, yeniden kullanmak, geri dönüştürmek gülümsetecek içimizi. Bunun sonucunda da daha az eşya, daha az evişi, daha çok mola bekleyecek hepimizi. Evlerimizin tadını çıkarıp huzur içinde dinlenmeyi hak ettik, öyle değil mi?

ingiliz filiz
İngiltere’ye ilk kez 2007 yılında eğitim için, İstanbul’dan geldim. Daha sonra 13 yıla yakın bir süre Londra’da yaşadım. 2.5 yıl önce de İngiltere’nin güneyinde küçük bir kente taşındım. İngiltere’de yaşam ve kültür konulu yazılarımı bu blogda topluyorum. Bu yazıların büyük bölümünü Londra’da yaşarken yazdım ve müzik, yeme-içme, sinema gibi ilgi alanlarımı Londra’da düzenlenen etkinlikler çerçevesinde paylaştım. Şu an çocuklu hayat dolayısıyla eskisi kadar kültürel etkinliğe katılamıyorum, dolayısıyla blog konularım da biraz evrim geçirdi. Çocuk kitapları, çocuk oyunları, aile dostu lokantalar, pub’lar, tatil seçenekleri gibi konularda yazıyorum artık daha çok. Yine de Londra’ya arada bir de olsa gidiyorum ve bu gidişlerimde katıldığım etkinlikleri yazmaya devam edeceğim. Blogumla ilgili görüşlerinizi ve sorularınızı yazıların altına yorum şeklinde bırakabilirsiniz. Eposta adresim:filiz (at) ingilizfiliz (nokta) com Özellikle yazmamı istediğiniz bir konu olursa belirtebilirsiniz. Ayrıca bültenime abone olursanız ne güzel olur 🙂 Bülten aboneliği için aşağıya tıklayabilirsiniz: https://ingilizfiliz.com/newsletter-sign-up/ Keyifli okumalar… 🙂

Bir Cevap Yazın

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial
error

Takibe almaya ne dersiniz? :)

tr_TRTürkçe