Dün izlediğim “Exhibition” (Sergi), İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un üçüncü filmi. Eleştirmenlerden tam not alan ve senaryosu da Hogg’a ait olan film, orta yaştaki bir çiftin birbiriyle ve içinde yaşadığı evle sürdürdüğü karmaşık ilişkiyi yalın, dürüst ve detaylı bir şekilde anlatıyor.
Adam da kadın da sanatçı, gerçi filmde gördüklerime bakılırsa adam daha çok mimara benziyor ya neyse. 40’lı yaşlarını süren, 18 yıldır evli bu çiftin çocuğu yok. Büyük ihtimalle adamın tasarladığı, modernizm şaheseri bir evin içinde yaşıyorlar. Londra’nın gürültülü sokaklarından birine açılan, havuzlu, tasarım harikası, kocaman, aydınlık, camın bolca kullanıldığı ve son teknolojinin kullanıldığı evlerinde, para sıkıntısı çekmeden yaşıyor, evden çalışıyorlar: ama ayrı katlarda, ayrı çalışma odalarında…
Kadın yönetmenlerin duyarlılığı nasıl da farklı kılabiliyor bir filmi, zira kadının gözünden izliyoruz ilişkiyi ve gelgitlerini. Adamın filmde hem az sahnede rolü var, hem de kadının bir ara yakındığı üzere duygularını açığa vurmadığı için oynadığı sahnelerde de kendini ele vermiyor. Adam belli ki kadını hala seviyor, ama kadın bu sevgiyi ya da sevginin gösteriliş biçimini yeterli bulmuyor. Bütün kadınlar böyle değil midir zaten? Kadın belki de bu yüzden genelde adama sıcak davranmıyor, gülümsemiyor. Onun sevgisini aradığı zaman bile kendi işini kendi zorlaştırıp bunu farklı yollardan, detaycı karakteriyle ona göstermeye çalışıyor, yine tüm kadınlar gibi. Adam anlamayınca da hüzünleniyor. Çoğu kadın gibi.. Adam uyurken ya da onun uyuduğunu sanırken bir ses kayıt cihazıyla hayal defterinin kapağını açıyor kadın. Başka bir adam görüp ses tonuna bayıldığını, onun kendisine dokunmasını ne kadar çok istediğini söylüyor teybe. Adam ilkinde uyuyor, ama ikinci teyp kaydında uyanık, dinlemede…
Filmde gördüğümüz diğer yan karakterler arasında çiftin arkadaşı bir başka çift var. Ergenlik çağında bir çocukları var ve birbirlerinin evine arada yemeğe gidiyorlar. Ama kadın onlardan sıkılıyor, hatta o kadar ki onların evinden çıkabilmek için yemekte bayılmış numarası falan yapıyor.
İngilizler filmlerini hep güneşli havalarda çektikleri için normalde ülkede hava günlük güneşlikmiş izlenimi edinir normalde insan. Ama Hogg Kasım ayında çektiği filminde Londra’yı kışın olduğu gibi göstererek takdirimi kazandı. Filmde hep yağmurlu ve soğuk olan havaya inat kadın hep parmak arası terlik giyiyor. Film boyunca bir kere ayağında çorap, kapalı ayakkabı görmek kısmet olmadı 🙂 Belki de cansız ilişkisine can suyu vermek istercesine, kalbine kilitlediği heyecanları tekrar yaşamak için kendini yağmura tamamen bırakmak istiyor. Büyük kavgalar etmiyor adamla, çünkü büyük heyecanları yok artık. Büyük bir aşk yok, ilişki bir yerde tıkanmış, birbirlerine ulaşmaya çalışıyorlar ama bu artık çok zor. Gördüğümüz ruhsuz, kısa ve gündelik konuşmalar sadece.
Müzik, filmde bilinçli olarak kullanılmamış. Bunun yerini kadının çalışma odasının sık sık açılıp kapanan sürgülü kapılarının ve sokaktaki insanlar ile makinelerin çıkardığı gürültüler almış: telefonla bilmediğimiz bir dil konuşan bir göçmen kadın, inşaat gürültüsü, araba alarmı… Çiftin evle ilişkilerine gelince… Kadın bu eve fazlasıyla bağlı, bir seferinde yatağın dışında yerde duvarı kucaklamak istercesine, bedeni L şeklini almış halde uyuduğuna şahit oluyoruz. Evle arasındaki bağ adamla arasındaki bağdan daha kuvvetli… Eh, ne de olsa bu tek taraflı bir ilişki, sürdürmesi kolay. Kadın hatıraları tekrar yaşama ve yaşatma peşinde, gitmek istemiyor. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla tek arkadaşıyla yaptığı Skype görüşmesinde, kadın ona evinde 18 yıldır mutlu bir evlilik yaşadığını, bu mutlu anların eve sindiğini, o yüzden de buradan taşınmak istemediğini anlatıyor. Burada gülüyorum. Zira filmin başından beri o söylediği mutlu sahnelerin biri bile nedense yaşanmadı bu evde. Adam ise tam tersine çocuğumuz yok, bizi durduracak hiçbir engel yok, neden taşınmıyoruz, diyor kadına. Bu evde yaşadığımız süre bana 40 yıl gibi geliyor, diyor emlakçıya evi gezdirirken de. Belli ki adam kendini bu eve hapsolmuş hissediyor. Ama neden gitmek istediği belli değil. Acaba mutlulardı ama sonradan bu evde bir trajedi mi yaşadılar da böyle birbirlerinden uzaklaştılar ve evin farklı katlarına sığındılar, diye soruyor insan kendine. Belki bu evde bir çocukları vardı, sonradan öldü. Belki başka bir şey oldu. İhtimaller sınırsız… The Guardian gazetesinin ünlü film eleştirmeni Peter Bradshaw adamın en küçük bir hataya tahammülsüz olmasının nedeni bu trajedidir diye yazmış. Fazlasıyla muhtemel.
Filmi izlerken ara ara şunu düşündüm. Mutsuz bir kentli entelin yalnızlığı, boğucu “burjuva sıkıntısı” ve sorunları başka bir perspektiften bakınca ne kadar da küçük görünüyor. İnsanların ne dertleri var. Bazıları canının derdinde, bazıları ekmek parasının… Öte yandan film insan mutlu değilse çevresini de mutlu edemeyeceğini gösteriyor bize belki de. Bu bağlamda bence insanın en önemli ilişkisi olan hayat arkadaşıyla ilişkisini Hogg çok güzel analiz etmiş. Bu nedenle de film, İsviçre’de düzenlenen Locarno Film Festivali’nde geçen yıl Altın Leopar ödülüne aday gösterilmiş.
Dolayısıyla filmin adının “Sergi” olması, sadece kadının filmin sonunda açacağı anlaşılan sergiye değil, onun kendi bedenini jaluzisi aracılığıyla Londra sokaklarına kısmen teşhir etmesine, evin ve ilişkinin izleyicileri zaman zaman röntgenci rolüne sokacak şekilde sergilenmesine de gönderme yapıyor.
Sonunda kadın istemeden de olsa evden taşınıyorlar, evlerini üç çocuklu bir aileye bırakarak… Evden ayrılmadan önce dostlarına küçük bir parti veriyorlar. Bu partide şampanyanın yanında evlerinin birebir kopyası, yine tasarım harikası bir pasta da ikram ediliyor. Adam ve kadın pastayı birlikte kesiyorlar, dilimledikçe paramparça oluyor pasta. Birisi banyoyu yiyor, birisi yatak odasını. Evi temsil eden pasta parçalandıkça evin gerçekten onlar için bir hapishane olduğunu; zengin ama mutsuz hayatlarını dış dünyaya karşı barikat olarak kullandıkları bu dört duvar arasında tükettiklerini kavrıyoruz. Sonraki bir sahnede eşyalarını toplayıp kolilerlerken kadın çalışmalarının beğenilmesi sonucunda sergi açacağını söylüyor eşine. Evden kurtulacaklarını bilmek ve kadının beklenmeyen başarısıyla birlikte ilişkileri düzelmeye başlıyor. Okuldan kaçan mutlu çocuklar veya hapisten kaçan umutlu mahkumlar gibiler. Başka bir kente mi, uzun bir seyahate mi gidecekler buradan, orası belirsiz. Kesin olan bir tek şey var: yeni bir geleceğe yelken açtıkları. Birlikte.
*** Şu an Londra’da gösterimde olan filmin fragmanı burda:
merhaba, filmi izledikten sonra yazınızdan haberdar oldum. iyi bir yazı olmuş. emeğinize sağlık.
sanırım kadın (d) maria abramovich gibi bir performans sanatçısı, evde yaptığı kimi performatif uygulamalar da onun hazırlıkları olarak düşünülebilir.
adam (h) ise bir mimar. filmin sonunda adı yazılı olan james melvin (1910-2011)’i nette araştırdım ama bulamadım. filmdeki evin onun yapıtı olduğubelirtiliyor. evle ilgili bilgi ve fotoğraflar https://www.iconichouses.org/icons-at-risk/60-hornton-street adresindeki bir yazıda var.
ayrıca evin bu yıl bitişiğindeki iki evle birlikte yıkıldığı da kaydedilmiş.
teşekkürler,
Tesekkurler Mustafa Bey, yazimi begenmenize sevindim. Ama evin yikilmasina uzuldum. Melvin okuduklarima gore 1935 dogumlu, Ingiliz bir mimar, kent plancisi ve yazar. Eserleri Ingiltere’de ve baska ulkelerde sergilenmis, 1993 yilinda Yilin Binasi odulunu almis.Daha ziyade sosyal konutlar konusunda eser vermis. Ayrintili bilgi icin: https://en.wikipedia.org/wiki/John_Melvin_(architect)