Her yıl Kasım ayında gerçekleşen Londra Caz Festivali’nin iki konserine bilet almıştım bu sene. Yüz bin kişilik izleyici kitlesine sahip festival kapsamında gittiğim konserlerin ilkini 19 Kasım’da Amerikalı caz vokalisti Jane Monheit verdi. Çok iyi tanıdığım bir isim olmamasına rağmen söylediği birkaç şarkıyı dinleyince ses rengi ve yorumu hoşuma gitmişti. New York’lu Monheit, stüdyoya ilk kez 22 yaşında girmiş ve 2003 ile 2005 yıllarında Grammy ödülüne aday gösterilmiş. Dokuz albüme sahip ve genelde kendi üçlüsü (trio’su) ile sahne alıyor. Davulcusu aynı zamanda eşi.
Monheit Londra’da daha önce sıkça konser vermiş bir müzisyen, hatta kentin meşhur caz kulübü Ronnie Scott’s’taki konserlerinin biletleri hep önceden tükenmiş. Ama bu seferki Londra konserinde bir tema izleyerek caz şarkıcısı Judy Garland’a saygı gecesi yaptı. Bu isim herkese tanıdık gelmemiş olabilir, ama 1939 tarihli “Oz Büyücüsü” (The Wizard of Oz) filminin baş kahramanı Dorothy’yi sanırım çoğumuz hatırlıyoruzdur. Aşağıdaki fotoğrafı görünce hafızanızın tazeleneceğine eminim. Garland 17 yaşındayken oynadığı bu rolden sonra caz şarkıcılığına soyunmuş ve 47 yaşında intihar ederek maalesef hayatına son vermiş bir ünlü.
Peki Monheit neden Judy Garland’ı anmak istemiş? İçi kan ağlasa bile izleyicilerine güzel zaman geçirtmek için, neşeli, eğlenceli “swing” tarzında caz yapan Garland onun “ilk kahramanıymış”. Konserde ondan bu anlamda ders almaya çalıştığını söyledi.
Gecede söylenen şarkıların çoğunu bilmiyordum, ama tanıdık olanlar şunlardı: “I Got Rhythm”, “But Not for Me”, “On the Sunny Side of the Street”, Nat King Cole’ün “Embraceable You”su, Garland’ın ilk kaydı “Swingin’ at The Savoy”, meşhur şarkılarından “Over The Rainbow” ve turneye adını veren “Hello Bluebird.”
“On the Sunny Side of the Street” sadece kontrbasla söylendiği için çok hoş tınladı. Yalnızca piyano eşliğinde icra edilen “Embraceable You” ise epey duygusaldı. “I Got Rhythm”da Monheit’ın doğaçlamaları çok iyiydi. Ama konserin kilit şarkılarından Over The Rainbow’un vokallerini özensiz buldum. Zaten genel olarak konserden tam anlamıyla zevk aldığım söylenemez, Monheit beni heyecanlandırmadı o kadar. Sıradan geldi vokalleri, sanki tüm kalbiyle söylemiyor gibiydi, tembel bir vokal stili vardı çoğu şarkıda. Ne gırtlağı bir siyah vokalist kadar güçlüydü -ki bunu beklemek belki yanlış-, ne de yaşanmışlığın izleri sesine beğendiğim caz vokalistleri (efsanevi Dee Dee Bridgewater gibi) kadar yansımıştı. Zaten son albümü de pek beğenilmemiş, dinleyicileri internette genelde ses renginin değiştiğini söylemişler. Bunun dışında şarkıların çoğunda notalarına bakması da olumsuz hislerimi pekiştirdi. Bir de çok cilveliydi, hep cazibeli, şuh hareketler, saçlarıyla oynamalar, dönüp sık sık kocasına flörtöz bakış atmalar, romantik şarkılarda hep ona dönerek söylemeler, havalı yürüyüşü, sahnede dönüşü, şen genç kız kahkahaları, bunların hepsi de bana bunun bir “şov” olduğunu düşündürdü. Eh, ne de olsa “gösteri devam etmeli” değil mi? (Bkz. “There’s No Business Like Show Business”)
Konser mekanı, sosyetiklerin takıldığı Chelsea’de bulunan küçük bir salondu. Yaşlı ve orta yaşlı izleyiciler ağırlıktaydı. Hatta arkamda oturan iki yaşlı kadının konuşmalarına kulak misafiri oldum, kadınlardan biri ötekine sebzelerini (elbette!) organik aldığından bahsediyordu. Sadece bu bile Chelsea’de bulunduğumuzun bir işaretiydi sanki! Şık giyinmiş müzisyenler, loş ışıklı bir salon, çok çaba sarf edilmeyen bir vokal tarzı.. bütün bunlar bana bir çeşit “otel cazı” ya da “asansör müziği” gibi geldi açıkçası. Pazar kahvaltısında fon müziği olarak dinlenir elbet. Ama bunun ötesine pek geçemedi benim gözümde. Salon hınca hınç dolu olmasa da izleyicilerin çoğu benim aksime durumlarından hoşnut görünüyorlardı.
İyisi mi ben sizi Monheit’ın güzel yorumladığı caz standartlarından “Cheek to Cheek” ile baş başa bırakayım. Keyifli dinlemeler!
güzel bir yazı olmuş 🙂
Tesekkurler 🙂