Londra’daydık. Soğuğun ayazındaydık. Kışın ortasındaydık. Üstelik atmosferik gösteri mekanı Union Chapel’ın dışarıyı içeriye taşıyan buz gibi havasındaydık. Ama geçen akşam, Yaşamaya Dair ile, hem de ta(a) İstanbul’dan, güneşin sofrası döküldü ruhumuza. Üstelik Nazım’ın eşsiz kaleminden, Genco’nun sesinden ve nefesinden taşan yüreğinden, Tülay’ın duygulu ve kırılgan sesinden, Yiğit’in piyanoyu ağlatan tuşesinden…
Dostların arasındaydım ben de; bu ekiple, güneşin sofrasına oturduk hep birlikte. Yaşamaya Dair ne varsa yazmıştı Nazım zaten: hatırladım Genco’dan, dinledim Tülay’dan. Ayaklarım donuyordu belki ama ruhum yavaş yavaş ısınıyordu.
Canım annem dinlerdi, dinletirdi Zülfü’nün bestelerini. Küçüktüm daha. Kulak kabartırdım ben de iştahla. Ezberlerdim sözleri. Bilmiyordum ki o zaman, bunlar en büyük Türk şairlerinden birinin dizeleri. Hem besteler vurmuştu beni, hem güfteler. Nasıl da sade idi o düzenlemeler… “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” deyince şair Zülfü’nün ağzından, ben sorardım anneme biraz yalandan… Aslında cevabı biliyordum da ondan: “Gençliği daha uzak, di mi anne?” 🙂 “Evet kızım” derdi Anne. Ama bilmiyordum ki, ne yıldızlar, ne gençlik… Nazım’a en yakını belki de memleketti. Bana ise artık en uzağıydı sanki…
Ajans haberlerinin, mektupların, kağıdın-kalemin altın değerinde olduğu bir dünyaymış o zaman dönen… Odun-kömür ısıtıyor her yeri; savaş, ölüm ve yoksulluk ise donduruyor. Hastalıklar kol geziyor. Kimse aya gitmemiş daha… Belki ajans haberlerinin, mektubun pabucu dama atıldı. Kağıt-kalem taşıyan neredeyse kalmadı. Ama hala insan var, onun olduğu her yerde insanlık var. (Hala yokluk ve hastalık var. Savaş ve ölüm keza… Maalesef, maalesef 🙁 “Ama aşk var”: Nazım’ın Piraye’ye duyduğu aşk var. Vatanına duyduğu hasret var. Oğluna duyduğu sevgi var. İnsanlara beslediği saf inanç var. Ve kalbinde hep umut var. Sözcüklere taşıdığı heyecanı, yaşama sevinci var. Kalemini hızlandıran yüreği var. Diyor ki mesela:
“… insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel,
en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde!”
Genco ve Tülay’da vücut buldu Nazım ve Piraye. Bursa Cezaevi’nden ve evden yazılan mektuplar değdi ta içimize. Genco şiirleri oynamayan, resmen yaşayan bir usta tiyatrocu… Tülay’ın sesi duru, zarif ve duygulu… Yiğit’in Karlı Kayın Ormanı’na kattığı yorum ağlattı piyanoyu… Kendimi tuttum, tuttum ama benim gözlerime de yaşlar doldurdu sonunda Kız Çocuğu…
Zülfü’mün besteleri de konuştu, Ezginin Günlüğü (Nadir Göktürk) de… Cem Karaca’nın müziği de oradaydı, Timur Selçuk’un heyecanı da, hatta belki Nazım’ın ruhu da… Hepsi bir olup ruhumuzu ısıttı, içimize su serpti, yüreğimize umut aşıladı, bizi mutlu etti. Hem, “en güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız” değil miydi? 🙂
Ne zamandır tiyatroya gitmemiştim. İnsanın anadilinde olunca hele, bir başka oluyor tiyatronun keyfi de… 🙂 Sen nur içinde yat Nazım Hikmet Ran, sen çok yaşa Genco Erkal…
**************************************************************************