Belki daha önce de yazmışımdır, blogumda beğenmediğim kültür sanat etkinliklerine ve olaylarına yer vermiyorum. Muhtemelen çalışan birçok blog yazarı gibi çok kısıtlı boş zamana sahip olduğumdan blogumu fazla güncelleyemiyorum ve bu beni suçluluk duygusuna itiyor. Hazır bekleyen bir sürü konum da yok değil. Ama zannedilmesin ki az sanat etkinliğine gidiyorum. Özellikle son dönemde katıldığım birçok sanat olayını (Damien Hirst’ün Tate Modern’deki sergisi dahil olmak üzere) blogumda işlemememin nedeni beni hiç etkilememeleri, bir şeyleri sorgulatmamaları, ama bir tanesi hariç. Geçen hafta sinemada gördüğüm “Ruby Sparks”. Bu filmin iyi olmasını bekliyordum, ama beklentilerimin bile üstünde çıkarak sinemanın altın mevsimine benim için keyifli bir giriş oldu.
Bu yılın Filmekimi’nde görücüye çıkmış, İngiltere’de 12 Ekim tarihinde gösterime giren, ABD yapımı film kadrosunda küçücük rollerle de olsa Altın Küre ödüllü, dört kez Oscar’a aday olmuş Annette Bening, ayrıca Antonio Banderas’ı da barındırıyor. Kadın başrolündeki oyuncu Zoe Kazan, aynı zamanda filmin senaristi ve yapımcısı. Kesinlikle sarkmayan ve sürpriz bir sonla biten senaryonun başarılı olduğunu söylemek zorundayım. Yapımın genel havası “Being John Malkovich” filmini andırsa da bu kesinlikle senaryonun özgünlüğüne indirmeye çalıştığım bir bıçak darbesi değil. Konu anlamında “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” filmine benzetenler de olmuş bu filmi. Ben ise tam tersine “Ruby Sparks”ın böylece sevdiğim başka filmlere selam çaktığını düşünüyorum. Ayrıca filmin yine beğendiğim küçük, bağımsız ama eğlenceli “Little Miss Sunshine”dan tam altı yıl sonra dahi olsa o filmin yönetmenlerinin elinden çıkması da bir başka artı özelliği.
Karakterlerin götürdüğü, kişisel, küçük, bağımsız ve iddiasız bir film olan Ruby Sparks, sinema sitelerinde görülebileceği gibi hem eleştirmenler, hem de izleyiciler üzerinde iyi bir izlenim bırakmış. Konusu da ilginç: on yıl önce 19 yaşındayken çok satan bir roman yazarak edebiyat dünyasında büyük başarı kazanan ancak biraz asosyal ve son derece yalnız bir romancı (Calvin), bu uzun zaman zarfında ikinci kitabını bir türlü yazamamıştır. Tahmin edilebileceği gibi kızlarla da pek rahat olamayan ve aradığı kız arkadaşı bir türlü bulamayan Calvin, en sonunda kafasındaki kız arkadaş prototipini yazarak yaratmaya karar verir. Kendisini seveceğini düşündüğü bu kız romandan fırlayarak gerçek olur, evine kız arkadaşı olarak yerleşir ve Calvin’in hakkında yazdığı herşeyi yapmaya, onun kalemine itaat etmeye başlar. Calvin onun efendisi, yaratıcısı, erkek arkadaşı, hayatının anlamıdır. Bu Calvin’de bir egemenlik duygusu yaratmış olsa da çok geçmeden kızın cana yakın ve sosyal kelebek karakteriyle kendi soğukluğu aralarında zıtlaşmalara yol açar. Calvin o kadar asosyaldir ki annesinin evinde geçirdikleri haftasonunda bile aile bireylerinin eğlencesine katılmayıp sürekli kitap okur. En sonunda Calvin’in ciddiyetinden, hiç arkadaşı olmamasından (Calvin yalnızca erkek kardeşiyle ve terapistiyle görüşmektedir) ve asosyalliğinden bıkan Ruby, bu sıkıcı evi ve hayatı terk eder. “Eğer birini seviyorsan özgür bırak. Dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır.” sözüne paralel hareket eden Calvin de son kez daktilosuna dönerek onu özgür bırakır. Ve olaylar gelişir…
The Guardian gazetesi sinema eleştirmeni Peter Bradshaw filmin “fantromcom” yani fantastik öğeleri olan bir romantik komedi olarak adlandırılabileceğini söylüyor. Ancak Time Out dergisinin Londra baskısında belirtildiği gibi, hangi romantik komedi bu filmin yaptığı gibi ikili ilişkilerdeki kontrol mekanizmasını, egoları ve baskın karakterin kim olduğunu, ilişkide sözü geçen tarafın kim olduğunu sorgulayabilir? Bu filmin aşk ve ilişkiler hakkında olması onun romantik komedi olduğu anlamına gelmez elbet. İlişkilerde kimin borusunun öttüğü, hayalle gerçeğin ayrıldığı veya birleştiği çizginin muğlaklığı gibi konulardaki çeşitli sorulara cevap arayan filmin bu sorulara kafa patlatmadaki başarısının sırrı belki de yönetmenlerinin karı-koca, başrol oyuncularının da gerçek hayatta sevgili olmalarında gizlidir. Uzun süredir birlikte olan, dolayısıyla birbirlerini çok iyi tanıdığını varsayabileceğimiz bu yönetmenler ve oyuncular ikilisi de “şov” dünyasında sıkça görülen ego şişmesi ve tatmin arayışından muzdaripse, buna uzun süreli çoğu ilişkide ve evlilikte ortaya çıkan egemenlik ve öbür kişiye baskın çıkma arzusu da eklenince tadından yenmeyebilir. Ama bu arayışlar ve arzular varsın olsun ortaya böyle eli yüzü düzgün bir film çıkacaksa! “Ruby Sparks”ın parlaklığı sizi de sarsın istiyorsanız 2 Kasım’ı bekleyin…
Filmin fragmanı burda: