Eyüp’te geçtiğimiz birkaç yıl içinde açılan Santralİstanbul enerji müzesinin mimari yapı ve işlevi bakımından model aldığı Londra’daki Tate Modern müzesi bugünlerde farklı ve ilginç bir sergiye evsahipliği yapıyor: 82 yaşındaki Japon sanatçı Yayoi Kusama’nın yapıtlarından oluşan bir retrospektife. Sanatçı diyorum, çünkü yalnızca resim değil, yerleştirme, heykel ve edebiyat alanında da eserler vermiş bir kadın Kusama.
Çocukluğundan bu yana rahatsız edici sanrılar gören ve 1977’den bu yana kendi isteğiyle akıl hastanesinde kalan Kusama, bu sergi nedeniyle – ya da sayesinde – Japonya’dan 12 yıldır ilk kez çıkarak İngiltere’ye gelmiş oldu. En ayırdedici özelliğinin ABD yıllarında arkadaşlarıyla 1968 yılında çektiği “Kusama’s Obliteration” (Kusama’nın Kendisini Yok Etmesi) adlı kısa filminde ve birçok tualinde kullandığı beneklere olan merakı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Barış ve sevginin simgesi haline getirdiğini söylediği bu benekleri yaşlanınca giysilerine, hatta tekerlekli sandayesine taşımış olan Kusama, orta sınıf ve kırsal kesimde yaşayan, ataerkil bir Japon aileden geliyor. Kendisiyle yapılan röportajların birinde annesinin çocukken “Sen kızsın, zengin bir adamla evlenip ev hanımı olacaksın, resim yapma.” diyerek boyalarını elinden aldığını anlatıyor Kusama. Ne diyelim, bazı şeyler dünyanın her yerinde aynı, ya da doğunun her yerinde!
1950’li yıllarda yaptığı ilk resimlerinde bariz bir Miro etkisi görülen Kusama, Andy Warhol’u bile etkilemiş, zira 1960’lı yıllarda New York sanat sahnesinde önemli bir figürdü ve Warhol’la da arkadaştı.
Kusama’nın kendisini erkeklerin egemen olduğu Batılı sanat dünyasında bir kadın, ABD’de yaşayan bir Japon ve kendi saplantılı dürtüleriyle hayatını sürdüren, “nörotik semptomlarının kurbanı” bir birey olarak dışlanmış hissetmesinin izlerini çalışmalarında da sürmek mümkün.
Kariyeri boyunca kendisini ve tarzını sürekli yenilemesiyle saygıyı bir kez daha hak eden Kusama şu anda Japonya’nın en ileri gelen çağdaş sanatçısı konumunda. Tate Modern’daki serginin küratörü Frances Morris, Kusama’yı bugün yaşayan en ilginç, en dikkat çekici ve en büyüleyici sanatçılardan biri olarak tanımlıyor.
Sanatçının “Infinity Net” (Sonsuzluk Ağı) serisinde yaptığı resimleri 2008 yılında 5,1 milyon dolara satıldı ki bu yaşayan bir kadın sanatçı için rekor düzeyinde bir rakam.
Serginin birçok kişi gibi beni de en çok etkileyen iki çalışmasından biri, 2000 tarihli “I’m Here, But Nothing” (Buradayım, ama hiçbir şey). Burada Kusama’nın olduğunu hayal edebileceğimiz, resim çerçeveleri ve küçük vazolar, sürahiler, beş kişilik hazır bir sofra, dergiler, gazeteler, kitaplar ve rahat görünen bir kanepeyle kişiselleştirilmesi başarıyla tamamlanmış bir oturma-yemek odası var. Ama bu herhangi bir salon değil. Rengarenk beneklerle süslenmiş, mor ışıkların hakim olduğu bir salon. Üstelik köşedeki küçük, tüplü televizyonda da Kusama türkü çığırıyor.
“Filled with the Brilliance of Life” ise bence bir başyapıt. Kusama daha önce de birçok “sonsuz ışık” yerleştirmesi yapmış, ancak bu sergi için özel olarak 2011 yılında tamamladığı bu çalışma, türünün en geniş örneği. Burada renk değiştiren ampuller sihirli denebilecek aynalarla sonsuz bir alan yaratıyor önünüzde, arkanızda, yanınızda. Karanlığı aydınlatan bu minik renkli ampuller sayıca o kadar çoklar ki, sizin dünyada ne kadar küçük bir nokta olduğunuzun kanıtı adeta. Işıkların yanıp sönmesi, aslında birbirine yakın olan yaşam ile ölümü simgeliyormuş. Yürüdüğünüz alanın yanına yerleştirilen sular ise, denizi çağrıştırıyor. Renk oyunları ve kombinasyonları geceyle gündüzü, yazı ve kışı, denizi, göklerin binbir yüzünü gösteriyor.
Bu güneşli günlerinden faydalanır da bahar aylarında Londra’ya gelirseniz eğer, 5 Haziran’a kadar açık kalacak ve İngiltere’deki en büyük Kusama sergisi niteliğini taşıyan bu görsel şöleni de gezi planınıza dahil edin. Pişman olmayacaksınız.
*** Sözkonusu sergi, 12 Temmuz-30 Eylül tarihleri arasında da New York-Whitney Museum of American Art yolcusu.
www.tate.org.uk/modern/exhibitions/yayoikusama/