Londra’da bulunan British Library (İngiliz Kütüphanesi) 17 Mayıs – 17 Eylül 2013 tarihleri arasında önemli bir sergiye ev sahipliği yaptı: “Propaganda: İktidar ve İkna.” Siyaset ve iletişimin kesişim noktalarını araştırmak için gittiğim sergi, “propagandanın altın çağı” 20. yüzyıl boyunca ve günümüzde çeşitli dünya devletlerince yapılan propagandaya derinlikli bir bakış sunuyor. Sergi salonu sizi bilim insanlarının ve aydınların propaganda tanımlarıyla karşılıyor.
Örneğin uluslararası iletişim profesörü Philip Taylor “Propaganda, insanları istenen şekilde düşünmeye ve davranmaya ikna etme amacıyla fikirlerin iletilmesinden başka bir şey değildir.” derken, dünyaca ünlü Amerikalı dilbilimci, siyaset eleştirmeni ve felsefeci Noam Chomsky “Totaliter devlette cop ne ise demokraside de propagandanın o olduğunu” söylüyor.
PROPAGANDANIN NİTELİKLERİ VE AMAÇLARI
İngiliz Kütüphanesi’nin internet sitesinde yer alan bilgilere bakılırsa “savaşlarla, hastalıklarla mücadele etmek, birlik veya bölünme sağlamak için kullanılan” propaganda “genelde şaşırtıcı, bazen korkunç ve ender de olsa mizahi” bir öğe. Londra’da yaşayan Avustralyalı gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger ise propagandayı devletler düzeyinde kullanılan bir halkla ilişkiler türü olarak tanımlıyor.
Aslında propaganda sözcüğüyle aslında ilk kez 17. yüzyılın başlarında Katolik Kilisesi’nin “Congregatio de Propaganda Fide” (“İnanç Yayma Cemiyeti”) adlı, misyonerlik çalışmalarından sorumlu oluşumu kurmasıyla karşılaşmışız. Ancak Chomsky bu sözcüğün aslında 20. yüzyıla dair bir terim olduğunu söylüyor. İngiltere’de 1. Dünya Savaşı’nın sonlarında kurulan, Londra merkezli ve propaganda yapma amaçlı Bilgi Bakanlığı’nı da buna örnek olarak veriyor.
Kent Üniversitesi Modern Tarih profesörü, 20. yüzyıl siyasetinde propaganda uzmanı David Welch ise propagandanın eğitim ve reklam gibi benzer alanlardan azmettiricilerin amacı sayesinde ayrıldığına dikkat çekiyor. Welch’e göre her propaganda kötü amaçlı olmayabilir, ancak propaganda önyargıları kuvvetlendiren bir unsurdur. Peki propaganda ne zaman tehlikeli ya da zararlı haline gelir? Welch diyor ki, “Propaganda eski totaliter devletlerde veya diktatörlüklerde sorunludur; çünkü alternatif bilgi kaynaklarına erişim yoktur.”
Kütüphane’nin Sosyal Bilimler küratörleri Jude England ve Ian Cooke’un 200’den fazla malzeme toplayarak açtıkları ve Londra’da ses getiren bu serginin multimedyanın sağladığı olanakları etkili kullandığını düşünüyorum. Sergi propagandanın bariz araçlarını da afişe etmiş: posta pulları, dolarlar (para) ve bazı marşlar da bunların arasında. Örneğin tüm dünya ülkelerinin milli marşları, İngilizce metin çevirileriyle birlikte ses kaydı olarak sunulmuş. Türkiye milli marşının İngilizce metni de aşağıda:
Ayrıca birçok metin, çizgi film, kartpostal, rozet, kitap, afiş, poster, broşür ve video da cabası. Bütün materyalleri incelemeye kalksanız bir tam gününüzü alabilirdi. Dolayısıyla ben bir iş çıkışında bulduğum iki saatlik zaman diliminde her şeyi gözlemleme fırsatı bulamadım. Ama dikkatimi çeken öğeleri burada paylaşmak isterim. Sergide kronolojik değil, tematik bir sıra izlendiği için benim paylaştığım örnekler de tarih sırasına göre dizili değil.
GÖZÜME TAKILANLAR
Tavandan sizi izliyor gibi görünen Stalin, Mao, (Eva) Peron, Hitler, Mussolini ve Churchill’in portreleri, üzerlerinde farklı propaganda tanımlarının yer aldığı cansız mankenlerin ardından beni serginin başlangıç noktasına yönelttiler.
Dikkatimi çeken ilk şey, 1927 yılında Hindistan’da verilen dikkat çekici bir ilan oldu: o yıl İngiltere’nin Hindistan’a ihracatının 86 milyon sterlin değerinde olduğunu muştulayan ilan şöyle buyuruyor: “En iyi müşterinizi her seferinde İmparatorluk ürünlerini talep ederek destekleyin.”
Tabii propagandanın bazı türleri kendilerini çok kolay açık etse de, bütün propaganda araçlarının elle tutulacak kadar somut olmadığını da söylememiz gerek. Örneğin 1960’lı yıllarda ABD ve Rusya arasında geçen “uzay yarışı” da propagandanın aracı olmaktan kurtulamamış. Ancak dikkatle bakılırsa anlaşılabilecek bir diğer propaganda aracı da markalaşma. The Independent gazetesinde yazan Adrian Hamilton sergiyle ilgili “Büyük Birader Sizi İzliyor” başlıklı eleştirisinde, İngilizlerin her zaman propagandanın demokrasiler değil, despot rejimler tarafından yapıldığını ve kendilerinin “propagandalar üstü” olduğunu düşündüklerini, ancak bunun geçerli olmadığını yazıyor. 2012 Londra Olimpiyatlarının, özellikle de açılış töreniyle “ulusal markalaşma” veya “ülke markalaşmasına” katkıda bulunan bir etkinlik olması Hamilton’ın haklılığını kanıtlıyor.
Rosie the Riveter (Perçin Çekici Rosie), ABD’de İkinci Dünya Savaşı’na gitmeden önce erkeklerin yaptığı ve savaş için hayati önem taşıyan işleri yapmaya kadınları teşvik etmek için çizilen bir karakter. 1940 yılında çalışan Amerikalı kadın sayısı 12 milyonken bu sayının 1944 itibarıyla 20 milyona yükselmesinde Rosie’nin bir kültür ikonuna dönüşmesinin de payı olduğu kuşkusuz. Ancak savaşın ardından, 1947’de milyonlarca kadının savaştan dönen askerlere istihdam sağlamak amacıyla işlerinden kovulmasıyla savaş öncesi iş modelleri yeniden kurulmuş. Chicago menşeli The Four Vagabonds grubunun “Rosie the Riveter” adlı, 1943 çıkışlı şarkısı da Rosie’yi müzik yoluyla tanıtmış. Bu şarkının sadece müziğine odaklandığınızda son derece neşeli bir caz parçası dinlediğiniz izlenimine kapılıyorsunuz, fakat propagandanın ayak sesleri şarkının sözlerinde saklı: “Rosie zafer için çalışıyor, tarih yazıyor. Bu küçük çelimsiz kadın bir erkekten daha fazla şey yapabiliyor.” (2) “Rosie perçinleme makinesinde fazla mesai yapıyor, böylece Charlie’yi koruyor. Bir sürü milli savunma tahvili satın alıyor. Daha çok tahvil almak istiyor, biriktirdiği tüm nakit parayı milli savunmaya veriyor. Bu kız gerçekten akıllılık ediyor.” (3) “Diğer kızlar en sevdikleri kokteyl barında sek Martinilerini yudumlayıp yedikleri havyarla ağızlarını şapırdatıyorlar. Ama onları gerçekten utandıran, Rosie adında bir kız var.” (4)
Dış basında 1930’lu yıllarda Hitler karşıtı propagandayı durdurmak için yayımlanmış, “Hitler’in Mevcudiyetinde Gençlik” adlı bir fotoğraf kitabını varlığını da yine bu sergi sayesinde öğreniyorum. Berlin’de 1934’te basılmış, fotoğrafçı Heinrich Hoffman’ın imzasını taşıyan kitapta Hitler Alman ulusunun iyiliksever babası, çocukların ve gençlerin hayran olduğu biri olarak resmediliyor. Ey propaganda, sen nelere kadirsin!
Sergide ilginç bulduğum bir pano da yukarıdakiydi. Burada yazılı olanları Türkçeye çevirerek aynen aktarıyorum:
“Bazı devletler ve siyasi hareketler bir ulusun kötü yanlarını nüfusun din, ırk, siyaset, sosyal sınıf veya kültürle tanımlanmış bir altkesitini suçlayarak destek kazanmaya çalışırlar. Burada amaç, dikkatleri o devletin veya siyasi hareketin siyasi başarısızlıkları konusundaki eleştirilerden uzaklaştırmak veya halktan bir türlü rağbet göremeyen politikalara yönelik rıza üretmektir. Bu bazı grupların kendi ülkelerinde “dışlanmışlar” olarak yaftalanmalarına neden olmakta ve bir suçu başkasının üzerine atma, zulüm ve cinayet ortamı yaratmaktadır.” Alın size Gezi Parkı direnişinin teorik açıklaması!
Bana Gezi ruhunun önemli öğelerinin sosyal medya ve mizah olduğunu yeniden hatırlatan pano da üstteki oldu. Türkçe meali şu şekilde:
“Bir ulus içindeki muhalif gruplar propagandayı güncel rejimin meşruiyetine meydan okumak için kullanırlar. Bu kişiler kendilerini haklarından mahrum edilmiş hissedebilirler, ayrıca hükümetin baskıcı olduğunu veya bir dış gücü temsil ettiğini de düşünebilirler. Böyle gruplar ulusal hükümetlerin erişimi olan kaynak üretimi ve dağıtımından yoksundurlar. Genelde sansür ve şiddet tehdidi yoluyla yaratılan, uçsuz bucaksız bir zulüm ortamında, veya en azından bir şüphe bulutu altında faaliyetlerini sürdürürler. İletişim kanallarına erişim sınırlı olduğunda şoke edici görüntüler ve tanıklığın kullanılması, bir mesajın daha geniş çevrelerce duyulması için etkili olur. Bunun yerine mizah da devleti eleştirmek ve taşlamak için kullanılabilir.”
Neyse ki propagandayı sadece gücü ve iktidarı elinde bulunduran taraf kullanmıyor. Bu pop-art posteri, 1970 yılında Vietnam Savaşı’nı eleştirme amacıyla Asya, Afrika ve Latin Amerika Halkı İçin Dayanışma Örgütü tarafından hazırlatılmış. Küba’nın başkenti Havana’da, 1966’da bir grup sömürgecilik karşıtı solcu tarafından kurulan örgütün diğer posterleri de Batılı ülkelerin müdahaleci politikalarına karşı çıkmak için tasarlanmış.
Propagandanın bir diğer ayağı da demokratik özgürlükler konusunda karşımıza çıkıyor: Yukarıda gördüğümüz, 1971 yılında hazırlanan bir Sovyetler Birliği posteri. New York’taki ünlü Özgürlük Heykeli, burada bir özgürlük simgesinin tam tersine ABD polisinin kendi halkını gözetlediği bir kuleye benzetilmiş. Ne yazık ki Amerikalı eski casus Edward Snowden’ın açıkladığı belgelerin gösterdiği gibi, ABD bugün sivil bireylerin elektronik posta mesajlarının yanı sıra bilgi bankalarını taramak suretiyle özel kimlik bilgilerini toplayabiliyor. Yani ABD gözetleme kulesi günümüzde de faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürüyor!
Yine Sovyetler Birliği’nden çıkma bu çizim de beni çok etkiledi: ABD’de sanat gerçek dünya yerine hayal ürünlerini resmediyor. Hakikate duyarsızlık ancak bu kadar iyi ifade edilebilirdi.
Propagandanın yapıldığı materyaller de sınır tanımamış. 1916’da İngiltere Ulusal Savaş Tasarrufları Komitesi’nin hazırlattığı kese kağıtlarının üzerinde savaşa katılımla ilgili mesajlar yazıyormuş. Yapılacak bağışların savaşın süresini kısaltacağı ve zaferle sonuçlanacağı iddiası bu mesajlardan yalnızca biri. Bu kesekağıtlarının savaşla ilgili posterlerden daha çok kişiye ulaşması sürpriz değil.
Bir başka kesekağıdı üzerine basılmış mesajı okuyoruz: “Beni destekleyecek misin? Düzenli olarak, mümkün olduğu kadar çok sayıda Savaş Tasarrufu Sertifikası satın alın veya Savaş Tasarrufları Derneklerinden birine üye olun.”
1940’lı yıllarda artık bu mesajların benzerlerine kadın eşarplarının üzerinde bile rastlanır olmuş.
Yukarıdaki karikatürde ise Hintli çocukların İngiliz bayrağının önünde eğilmesini emreden veya onları okulda döven zalim İngilizlerin faaliyetleri konu ediliyor. Okuyoruz: “Bu İngiliz şeytanlarını ülkemizden defedin!” Hintlilerin Bağımsızlık Ligi bu karikatürü milliyetçi duyguları ve İngiliz hükümdarlığından bağımsızlaşma arzularını körüklemek için hazırlatmış. Bu Ligde temsil edilen milliyetçiler ve sömürgecilik karşıtı gruplar, bilgiye erişimi regüle eden İngilizlere karşı kampanyalarına halkın destek vermesi için propaganda yöntemine başvurmuşlar. Hindistan, dünyaca ünlü lideri Gandhi’nin barışçıl ama kararlı adımları sayesinde 1947’de bağımsızlığına kavuşmuştu.
Yukarıda da İngiltere’nin eski Başbakanlarından Churchill’in Hintlileri zincire vurduğu görülüyor. Churchill İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan İngiliz propagandalarında bir özgürlük kahramanı olarak lanse edilmiş olsa da Hintli milliyetçiler onu zulmün simgesi olarak görmüşler. Haksız da sayılmazlar.
TOPARLARSAK…
Bu yazıda ben daha ziyade bariz propaganda örneklerini verdim. Ancak Cooke’un dediği gibi propaganda sadece “kötü adamlar” tarafından yapılmaz. Pilger’a göre propaganda “sinsidir”, “mutlak güce sahiptir”, “tanımlanması ve saptanması zor olabilir.” Serginin küratörlerinden Ian Cooke da onu şu sözleriyle destekliyor: “Propaganda genelde yalandan ibaret ve kötü insanların üretimi olarak görülür, sergiyle bu görüşe meydan okumak istedik. Propagandanın bir tek değil, birçok tanımı var.”
“Her gün”, her yerde ve herkesçe yapılagelen” propagandayı şu an içinde bulunduğumuz sosyal medya çağında giderek daha çok kişinin kullanabildiğini ve kullandığını unutmamak gerekiyor. Hamilton’ın yazdığı gibi, propagandanın işe yaramadığını düşünmek tam da bu yüzden yanlış. Çünkü medya ve sosyal medyayı kullanarak farkına varmadan insanların duygularını ve önyargılarını kuvvetlendiren bir araç olan propagandanın kollarına atılmamız an meselesi…